Thursday, November 19, 2015

SEN YOKTUN albümüm, müzik ve sanat üzerine Selin Nasi ile Şalom Dergi için yaptığımız söyleşi

SEN YOKTUN albümüm, müzik ve sanat üzerine Selin Nasi ile Şalom Dergi için yaptığımız söyleşi

Şalom Dergi, Kasım 2015, Sayı 50

http://www.gozlemkitap.com/urun-26017-salom_dergi_kasim_2015.html


Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Prof. Dr. Hakan Yılmaz, alanında yurtiçi ve yurtdışında tanınan başarılı bir akademisyen. Boğaziçi Üniversitesi’nde verdiği derslerin yanı sıra, Avrupa Çalışmaları Merkezi’nin direktörlüğünü yapıyor. On parmağında on marifet, aynı zamanda yoğun tempoya bir de müzik kariyeri sığdırmayı başarmış.

Lise döneminde yarı zamanlı konservatuvar eğitimi de alan Yılmaz, 80’li yıllarda arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Ezginin Günlüğü müzik grubunda, sözünü ve bestesini yaptığı şarkılara, sesiyle de can vermiş.
Bir süredir ara verdiği müzik hayatına Kadir Şan Tarhan ile beraber hazırladıkları, geçtiğimiz Eylül ayında Ada Müzik’ten çıkan “Sen Yoktun” albümüyle geri döndü. Biz de albümün hikayesini öğrenmek üzere kapısını çaldık. Bu kez müzisyen Hakan Yılmaz ile sanata bakışını ve müzik kariyerine dair planlarını konuştuk.

Klasik bir soru olacak ama müziğe olan ilginiz nasıl başladı?
Ben çok küçük yaşlardan beri müzikle iç içe büyüdüm.

Ailede müzisyenler var mıydı?
Benim hem ozanlığım, hem de müzisyenliğim içinde büyüdüğüm geleneksel kültürün bir ürünü.  Erzurum’da doğdum, hayatımın ilk on yılı orada geçti, ilkokulu orada bitirdim.  Annem ve babamın aileleri, Kafkasya’dan Kars’a göçetmişler.  Annem ve babam ise Erzurum’a yirmili yaşlarında, okumak ve çalışmak için gelmişler. 

Benim yaşadığım yerlerde müzik ve şiir hayatın 7/24 içindeydi. Bizim “gideyim de bir müzik dinleyeyim” dediğimiz şekilde değildi o zaman müzikle ilişkisi insanların.  Örneğin, “aşıklık” ve “destancılık” geleneği hala yaşıyordu.  Mesela, destancı, bir çeşit halk ozanıydı.  Bir evde biri öldüğünde bir destancıya gidilir, ölen kişiye ait karakter özellikleri anlatılırdı. Destancı da kendi prototip destanına anlatılan özellikleri katarak, sokak sokak dolaşıp, belli bir müzik eşliğinde ölen kişi hakkındaki destanını okurdu. Etrafında çocuklar toplanırdı, işsizler toplanırdı, onunla birlikte yürürlerdi, onu dinlerlerdi.  Yürüyerek şehri dolaşırdı destancılar. Çocukluğuma dair anıları düşündüğümde destanını okuya okuya yürüyen, bazen mesajını daha güçlü vermek için duran, sonra tekrar yürüyen destancılar aklımdan hiç çıkmaz.

Erzurum ve Kars, Türkçenin en derin konuşulduğu şehirlerdendi. Cumhuriyetle birlikte dilin homojenleşmesi, ulusallaştırılması güzel bir şey ama her dil aslında kendine has diyalektleri, ağızlarıyla vardır. Yöresel şivelere çok da düşmanlık etmemek lazım belki de. Bu post-modern çağın en güzel taraflarından biri bu ağızların ve diyalektlerin yeniden güzel bulunmaya başlanması.  Yöresel şiveler televizyon dizilerinde, sanatta, sinemada tekrar popülerleşmeye başladı.

Dil, aslında bize müziği ve poetikayı veren şeydir. Onun içinde müzik oluşuyor. Dilin içindeki doğal  tempo ve ritm, başlamalar ve bitirmeler, gidişler ve duraklar, haykırışlar ve sessizlikler, inişler ve çıkışlar bizim müziğimizde teknikleştirdiğimiz çatıyı oluşturuyor. Derin bir dilin içinde büyümüş olmamın bu yönden çok faydası oldu.

Ermenilerden kalma bir köydü baba-dedemlerin köyü, Kars’ta.  Annem beni ve kızkardeşimi yazları alırdı, o köye götürürdü.  Kars’ta da çok köklü bir Azeri-Terekeme kültürü vardı. Kahveye giderdiniz. Bir aşık ya da oraların deyimiyle aşuk, elinde bir sazla, saatler boyunca Köroğlu destanını okurdu. Anlatır, susar…Etraftan cevaplar gelir…Ben küçükken uyuduğumu hatırlıyorum, kahvede,bir sandalyede,kalabalığın arasında. Ama o aşukların dille, sesle dinleyenleri büyüleyen, avcunun içine alan performanslarını hiç unutamam.

Benim için müzikten önce ritm, tempo ve dil vardır. Dilin kullanımı, poetikası, derinliği, o dilin içiçe yaşadığı bütün diğer dillerin ve kültürlerin, işte Ermeni kültürünün, Fars kültürünün, Kürt kültürünün, Laz ve Gürcü kültürünün sütünü emerek onu Türkçenin içinde ifade edebilme gücü beni çok etkilemiştir. Babaannemin tarafında ise usta saz şairleri vardı. Onlar kültürel olarak daha Farisiydiler.  Müthiş bir doğaçlama şiir söyleme yeteneği olan bir büyük dayım vardı.  Mesela, karşısına geçip isminizi söyleseniz, size baka baka, sonu isminizle kafiyeli onlarca dizeyi peşpeşe söyleyecek bir poetik yeteneğe sahipti.

Gerçek anlamda müziğin içine doğmuşsunuz. Peki amatör müzik hayatınız nasıl başladı?
İlkokulu Erzurum’da bitirdim.  Harika bir ilkokul eğitimi aldım Kültür Kurumu İlkokulu’nda.   Bilimiyle, sanatıyla, çok kaliteli öğretmenleriyle gerçekten eşsiz bir okuldu.  Buradan sevgilerimi gönderiyorum oradaki tüm öğretmenlerime.

Galatasaray Lisesi’ni Erzurum’dan kazandım. Sekiz  yıl yatılı okudum. İlk yıldan sonra ailem de benim peşimden İstanbul’a göç etti. Böylece annem ve babam 30’lu yaşlarında ikinci defa göçmen oldular. Göçmenlik biraz salaklıktır, sarsaklıktır, korkaklıktır, hayata çok fazla katılamamaktır. Ben de öyle bir göçmen çocuktum: şaşkındım, sarsaktım, görgüsüzdüm, zayıftım ve oldukça yoksuldum.  Kendim gibi şaşkın şebelek, birbirimizin ailesinden utanmayacağımız diğer çocuklarla arkadaş oluyordum.  Göçmenliğin iki türlü etkisi oldu üzerimde. Birincisi, sizi biraz daha fazla gözlemci yapıyor arkadaşlarınıza göre. Herkes hayata doğal bir aidiyet duygusu içinde, daha rahat katılırken, ben bunları rahat yapamıyor, hayata istediğim gibi katılamıyordum.  Yaşadığınız yere doğal bir aidiyet duygusu hissetmeden orada yaşayabilmek, orayı anlayabilmek ve sevebilmek yeteneği, çok enteresan bir biçimde sosyal bilimi besleyen bir unsurdur. Hayatın hem içinde,hem dışında olma durumundan bahsediyorum.  Sosyal bilimdeki bir başarım varsa bunu göçmenlik durumuma, dışarılık deneyimime borçlu olduğumu düşünüyorum.

Müziğe başlamam ise lisedeki kol faaliyetleri sayesinde oldu. Kendimi önce lise halk müziği korosunda buldum. İyi hissettim müzikle uğraşınca kendimi.
O sıralarda, tabii, siyasi günlerden geçiyorduk. İşçi Kültür Derneği diye bir dernek vardı.  Dernek, şiddetten uzak, sosyalist sol bir çizgide idi. O derneğin korosuna katıldım. Devrimci marşlardan halk türkülerine kadar söylerdik.  Sonra 12 Eylül oldu.  O korolardan gelen Galatasaray Lisesi kökenli dört arkadaş - ben, Emin İgüs, Şebnem Tuncay ve Tugay Başar – ve Boğaziçi’nde okuyan Vedat Verter ile beş kişilik bir ekip olarak bu karanlık günlerde “Ne yapalım?” diye düşünürken, evlerde toplanıp, gayet mütevazı bir şekilde müzik yapmaya başladık. Ama nasıl bir formda devam edeceğimizi bilmiyorduk. 12 Eylül’ün bulutları dağıldıkça, zaman içinde, bir müzik grubu kurma fikri olgunlaştı. Uzun süre, çalışabileceğimiz bir yer aradık. Birçok kişiye gittik. En sonunda bir halk müziği üstadı olan Yavuz Top - buradan kendisine çok teşekkür ediyorum - bize Laleli’deki bağlama dershanesini açtı.

Çok ciddi çalışırdık.  Çoğumuz konservatuvarlıydık aynı zamanda. Konservatuvardan aldığımız çalışma disiplinini grup çalışmalarına da uyarladık. Ses açma egzersizleri, nota çalışmaları.  Bir süre sonra aramıza Emin İgüs’ün Türk Müziği Konservatuarı’ndan tanıdığı Nadir Göktürk katıldı.  Onu başka arkadaşlar izledi.  Derken, repertuarımızı tamamlayınca, 1983 yılının Mart’ında Mecidiyeköy’de, şimdi artık olmayan Hodri Meydan Kültür Merkezi’nde ilk konserimizi verdik. Bize merkezin kapısını açan rahmetli Levent Kırca’ydı. Levent Kırca’yı da bize mekanını açtığı için buradan rahmetle anıyorum.  Hakkını vermek gerekir; müzik yapan solcu gençlere yardım etmek o dönem için cesaret isteyen bir şeydi; bir çok sanatçı abimiz bu yardımı esirgemişti bizden!

Protest müzik mi yapıyordunuz?
Biz, hayatın her yönünü anlatmayı isteyen akıllı, birikimli, derinlikli çocuklardık. Protesto hayatın sadece bir yönünü verir. Protestonun dışında bizi hayata bağlayan yüzlerce başka küçük köprücükler vardır. Siyasetle sanatın ilişkisi de bu karmaşıklık içerisinde kuruluyor.  Protesto, insanın birine düşman olurken, kendisiyle hesaplaşmasını da kapsamalı.  70li yılların basitleştirici ideolojilerinden bıkmış olduğumuz için, bir sol damarımız vardı ama, solculuğun sanatsal ifade biçimlerinden çok hoşnut değildik. Yeni bir dilsel ve müziksel estetik arayışındaydık.  Derin ve kapsayıcı müziklerin peşindeydik.  Ezginin Günlüğü Türkiye’de bu arayışın içinde olmak için kurulmuştu.  Bugün ben hala aynı amacın peşindeyim.

Daha sonra uzun bir süre müziğe ara vermişsiniz...
Master ve doktora yapmak için Amerika’ya gelince, 1989’da, Ezginin Günlüğü’nden ayrılmak zorunda kaldım. Ben ayrıldıktan kısa bir süre sonra grup da dağıldı zaten.“Nereye gideceğiz?” çatışmasından ötürü.  Daha sonra, Nadir Göktürk’ün yönetiminde yine aynı isim altında ama tamamen yeni elemanlarla yeniden müzik yapmaya başladı.

Alanınız siyaset bilimi olduğu için sormak istiyorum. Siyasetin bize hayatı dar ettiği şu günlerden geçerken müziğin birleştirici gücünü nasıl görüyorsunuz? Hani Sezen Aksu’nun “O zaman şarkı söylemek lazım,” dediği gibi müzik bir tutkal olabilir mi?
Birincisi, Türk halkından umudumu kestiğim her zaman bir halk türküsü dinlerim ve o zaman tekrar umut dolarım.  Karacaoğlan, Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Fuzuli, Nedim, Nazım Hikmet gibi ozanlar yetiştirmiş bir dilin sahiplerinden umut kesmemek gerektiğini düşünüyorum.

İkinci olarak, ben, siyaset ve sanat arasındaki ilişkiyi “Siyasetten bunaldık, biraz müzik dinleyerek avunalım, neşelenelim” şeklinde görmüyorum.

Hepimizin içinde küçük birer siyasetçi, küçük birer tüccar, küçük birer asker vardır. İçinde yaşadığımız kültür erkekleri içlerindeki bu karakterleri dışarı çıkarmaya teşvik ederken, kadınların zihnine de çok küçük yaşlardan itibaren bu tür asker, tüccar, siyasetçi tipi erkekleri beğenmelerini işler. Bunlar binlerce yıllık patriarşik kodlarımızdır.

Sanat ve müzik bu kültürel kodlar dışında senin özünü, ruhunu,varoluşunun derin boyutlarını bulmanı sağlar. Bunun ne olduğunu sanat sana tarif etmez. Çünkü kişiden kişiye değişkenlik gösterir. Sanat bize bunu keşfettirebildiği ölçüde, bizi içimizdeki küçük siyasetçinin, küçük askerin, küçük tüccarın üzerine çıkararak ruhumuzun derinliklerindeki özlerle buluşturduğu ölçüde çok temel bir dönüştürücü işlevi yerine getirir.

Müzik, bir bakıma Melek İsrafil’in mahşer gününü haber veren suru gibidir. Güzel bir müzik dinlediğimizde, o, bize şöyle der: “Ey insan uyan! Kendine bak! Yalnızsın. Ne anan var, ne baban var; ne paran var, ne pulun var. Kim olduğunu düşün!” der. O çırılçıplaklık içinde, yapayalnızlık insanı kendi özünü, varoluşunun manasını düşünmeye davet eder. Sanat asla küçük bir siyasi mesajın taşıyıcısı olmamalıdır.  O küçük, çıkarcı mesajların çok ötesinde, sanat insanın özünü, ruhunu bulması için açılmış bir kanal olmalıdır. Arındırıcı bir güçtür sanat. Benim sevdiğim ve yapmak istediğim sanat böyle bir şey.

Albümdeki parçalara gelirsek...Aslında her biri bir yap-bozun parçaları gibi birbirini tamamlıyor. Önce ismine baktım albümün:“Sen Yoktun.” Parçaları dinledikçe, sanki her şarkıda, müzik alt yapısında kullanılan birbirinden farklı enstrümanlar ve ezgilerle, dinleyiciyi farklı bir yöreye taşıyor; ve orada muhtemelen kaybedilmiş o sevgilinin izini sürerken, aynı zamanda o sevgiliden bir parçayı gittiğiniz yerlere de taşıdığınız hissini uyandırıyorsunuz. Dinleyiciyi bir yolculuğa çıkarıyorsunuz adeta.
Çok doğru yorumlamışsın...

Ayrıca albümdeki tüm şarkı sözleri size ait...
Tüm şarkı sözlerini ben yazdım.  Bestelerin de üçü bana ait. Altısı Kadir Şan’a, biri de Haji Khanmammadov’a ait.  Tüm düzenlemeleri de Kadir Şan Tarhan yaptı.

Peki, sözler kalemden dökülünceye kadar geçen süreçten bahsedebilir misiniz biraz? Sanatçı nasıl üretir, hep merak edilir...
Bir kısmı Kadir’le çalışırken çıktı.  Kadir, bir melodiyi gitarla çalmaya başladığında, o melodinin ritmi, yapısı bazen bir kelime, bazense bir cümle getiriyor aklıma. Mesela “Karadeniz akıyor” öyle çıktı. Sonra, o ilk sözlere bir şeyler eklemeye başlıyorum ve süreç içinde şarkı ortaya çıkıyor.   

Bazen de söz ve müzik aynı anda geliyor aklıma. Mırıldanarak.  Arabada giderken.  Hemen kaydediyorum. Onun üzerine eklemeler yaparak, geliştiriyorum. Siz, iyi niyetli, sağlıklı, algılarınız açık ve arayış içinde olduğunuz zaman, daha rahat dökülüyor kelimeler. Ama her gün o mağaraya gidip, kendi kendinizle baş başa kalmanız lazım. Bekleyeceksiniz.

Gizli bir şiir defteriniz de vardır o zaman...
Var. Gizli değil; şiirlerim var. Yayınlayacağım zaman içinde.

Demin albümle ilgili yap-boz örneğini verdim. Hikayenin ucunu açık bırakmışsınız. Acaba bir sonraki albümde mi cevap gelecek?
Şu anda  Sen Yoktun’daki şarkıların farklı yorumları üzerinde çalışıyoruz. Bir tür “Sen Yoktun akustik” çıkıyor ortaya.  Bunlara ek olarak, benim Ezginin Günlüğü zamanında söylediğim halk türkülerinin bir kısmını da içeren yaklaşık yirmi şarkılık bir konser repertuvarı hazırlamaya başladık.  Sen Yoktun’daki bazı parçaların akustik versiyonlarından ve eskiden söylediğim bazı türkülerin yeni yorumlarından oluşan şarkıları da yeni bir albüm olarak çıkarmayı düşünüyoruz.  Bunun yanında benim sözlerini ve müziklerini hazırladığım, düzenleme ve icra aşamasında olan yaklaşık yirmi adet bestem var. Onları da iki albümde ortaya çıkarmak istiyorum.  Şiirlerimi ayrıca yayınlamayı düşünüyorum.  Önümüzdeki beş yıl için sanat alanındaki hedeflerim bunlar.  Bunları gerçekleştirmeye çalışacağım, tabii eğer Yukarıdaki başka planlar yapmıyor ise(!).


Öyleyse sizi tekrar konuk edeceğiz...

Sunday, November 15, 2015

SEN YOKTUN albümüm hakkında Burak Abatay ile BirGün Gazetesi için yaptığımız söyleşi...

SEN YOKTUN albümüm hakkında Burak Abatay ile BirGün Gazetesi için yaptığımız söyleşi...

BirGün, 11 Kasım 2015

Ezginin Günlüğü’nden tanıdığımız Hakan Yılmaz “Türkiye’nin sahip olduğu kültürle dünyaya bırakabileceği miraslardan bir tanesi kesinlikle farklılıkların bir arada oluşuna şaşırmamamız. Bir kafede oturuyoruz ve bir Batı müziği, bir Doğu müziği çalıyor”

Hakan Yılmaz, Ezginin Günlüğü’nü hayatında bir kez dahi olsa dinlemiş birilerinin hayatından defalarca geçmiş bir isim, grubun kurucu ekibinden bir müzisyen, iyi bir şair ve de akademisyen. Yıllarca devam ettiği müzik hayatını Ezginin Günlüğü albümleriyle beraber bir de Doğu Türküleri adını verdiği bir solo albümle taçlandırmıştı. Yıllarca müzik dünyamızda göremedik belki kendisini ama Amerika ve Türkiye’de sayısız bilimsel makale ile karşımıza çıktı. Geçen haftalarda ise dinleyenlerinin uzun zamandır beklediği ikinci solo albümünü Kadir Şan Tarhan’ın imzasıyla çıkardı. Yılmaz ile albümüne, müziğine dair Kadıköy sokaklarında söyleştik.

'Sen Yoktun' bunca yıl sonra gelen bir albüm
Birikmiş çok fazla şiir, şarkı, söz vardı. Zaman geçiyor ve gündelik hayatı, ülkeyi bahane etmeden bu işlere girmek gerekiyordu. Amerika’dan döndükten sonra, Ezginin Günlüğü’nden arkadaşlarım da bu işin çok başındayken çok kere denedim ama çeşitli nedenlerle olmadı. Tanju’yla (Tanju Duru) 2000’lerin ortalarında bir arada çalışalım dedik. Duru Zamanlar’ı başlatmıştık. Ben sözlerle katkıda bulundum. O albüm oldu ama sonrasında ne yazık ki Tanju’yu kaybettik. O durum beni de çok kötü etkiledi.

Sonrası nasıl gelişti?
2011’de ise Kadir Şan Tarhan'la Boğaziçi Üniversitesi’ne geri döndüğünde okulda karşılaştık. Yıllar önce Ezginin Günlüğü zamanında beraber çalışmıştık kendisiyle. Projeye tamamen bir tesadüfle başlamış olduk. Onun besteleri, sözleri, benim besteler derken, albüme koymadığımız onlarca şarkıyı düzenledik. Nadir Göktürk’ün ev stüdyosunda ilk kayıtları gerçekleştirdik. Nadir’in önerisiyle Harems Stüdyo ile tanıştık. Cihangir Aslan, Bora Duran ve Efe Demiryoğuran sadece müziğimizi kaydetmekle kalmayıp bizim aşırılıklarımızı törpüleyip, bize de yeni müzik yapma üslubunu takdim ettiler. Orası çok çeşitli müzisyenleri tanıdığımız bir okul gibi. 2014’ün sonunda albümü tamamladık. 2015’in ilk yarısı da Sen Yoktun şarkısının telifini almakla geçti. Haji Khanmammadov’un bir konçertosundan bir melodiyi aldık. MESAM aracılığıyla oğlunu bulup sorunu çözdük.

Albüm öncesinde olan birçok şarkının varlığından bahsediyorsunuz. Şarkı tercihlerini neye göre yaptınız?
Tanju’yla, Nadir’le kaydettiğimiz çok fazla şarkı var. Çalışmanın gidişine göre o anda Kadir’le çalışırken beraberce düzenlemesini yapmayı becerebildiğimiz şarkılar öne çıktı. Bana kalsa hepsini aynı anda yayınlarım.

Kuzey’in, Güney’in ve Doğu’nun müzikal kimliğini taşıyan da bir albüm. Bu istenerek yapılan bir sentez miydi?
Bu bir füzyon. 80’lerin başında bilinçli bir şekilde eserlerimizde şurası Batı, şurası da Doğu diye gördüğümüz bir durumken, şimdilerde sadece “Şurası biraz daha jazz ya da rock olsun” diyebiliyoruz. Rock artık iyi bir Türk müziği türü. Şimdi bizden olan bir şeyi kullanıyoruz diyebiliriz. Ezginin Günlüğü ile yaptığımız müzik daha naif, daha folky iken şimdi yaptığımız müzikse ordan daha Batı diyebileceğimiz bir sound’a geçtik. Müzikte Doğu-Batı sentezi 60’ların problemiydi. Türkiye’nin sahip olduğu kültürle dünyaya bırakabileceği miraslardan bir tanesi kesinlikle farklılıkların bir arada oluşuna şaşırmamamız. Bu kafede oturuyoruz ve bir Batı müziği, bir Doğu müziği çalıyor. Bu Amerika’da insanları çok şaşırtır. Oysa biz şaşırmıyoruz.

Albüm tümüyle uzun bir öykü gibi. Dervişane bir tema var. Kendi iç dünyasında kalan, kavuşamayan ve bir yol arayan karakterin uzun bir yoluna tanık oluyoruz.
Bu bir tür yokluk ve boşluk duygusu. Sen Yoktun ve Kervancı’da, hatt’a Yol Bitti’de görebiliyoruz. Bu bir salt kaybetmek değil ama. Daha çok hatırlamak. Belki yeniden yaşama isteği. Geride bırakma ve vedalaşma. Tutulan bir yas da bu duyguların en sonuncusu. Hatırlama ve yad etme olarak düşünebiliriz.

Neyin yasını tutuyorsunuz?
İnsanın hayatında çocukluğu, ilk gençliği ve orta yaşlılığı gibi dönemleri vardır. Ama bir dönem diğerlerinden daha fazla öne çıkar. O dönem olup biten her şey, kişisel, siyasi, hastalıklar, travmalar, tuhaf bir şekilde hem önceki hem de sonraki deneyimlerini boyamaya başlar. Benim sanatla olan ilişkim de böyle bir şey. Kendi hikâyemin içindeki formatif deneyimler üzerine tekrar tekrar düşünerek veya onların aklıma gelmesiyle oluşuyor. O dönemdeki kayıplarının, itilip kakılmalarının, gençliğinin ve başarılarının yasıdır bu.

Sen Yoktun’da bir uzun hava karşımıza çıkıyor. Azeri şair Raziye Gencevi’nin bir şiiri...
Bakü’de bir edebiyatçılar müzesi var. İstanbul’da da olsun çok isterim. Kocaman bir bina ve binanın duvarlarına meşhur Azerbaycanlı şairlerin dizelerini yazmışlar. Bu Genceli hanımefendinin şiirine orada denk geldim ve sonrasında uzun hava olarak okudum.

Şu çok merak ettiğim Ezginin Günlüğü ve Ahmet Kaya’nın hikâyesini de sormak isterim. Nedir hikâyenin aslı?
Yıllar önce, Tünel’de, Sezer Bağcan’ın “Değişim” stüdyosunda Ezginin Günlüğü’nün bir albümünü kaydediyorduk. Stüdyoya çekingen, yoksul görünümlü, gayet kibar bir kadın geldi. Sezer Bağcan, “Abi bu kadının bir kocası varmış, müzisyenmiş, buraya gelse kendisiyle bir konuşur musunuz?” dedi. “Konuşuruz, gelsin” dedik. Bir süre sonra kadın, yanında kocasıyla çıkageldi. Adam, kadın gibi, çekingen ve sıkılgandı. Adamın kocaman devrimci bıyıkları, eski püskü bir paltosu vardı. Kadın kocasını tanıştırdı, “Ahmet Kaya” imiş adı, besteleri varmış, piyasaya çıkarmak istiyormuş. Ahmet Kaya, sararmış, yıpranmış bağlamasını siyah kılıfından çıkardı ve birkaç bestesini çalıp söyledi. Ahmet Kaya’nın o gün bize ne söylediğini hatırlamıyorum tam olarak. Tek hatırladığımsa sesindeki bastıramadığı öfke ve isyandı. Ahmet Kaya’nın o gün bize söylediği şarkıları 70’lerin Aşık İhsani, Ali Asker gibi devrimci ozanlarının şarkılarına benzettiğimi hatırlıyorum. Ezginin Günlüğü olarak bizim de yaşananlara öfkemiz vardı. Ama bunu ifade etmek için Aşık İhsani-Ali Asker ekolünden farklı bir dil benimsemiştik. Yannis Ritsos’un alçak sesli ve gizemli isyanı, İhsani ve Ali Asker’in bağıran ve doğrudan isyanından daha uygun düşüyordu. ruhlarımıza. Dolayısıyla, bize hitap etmemişti Ahmet Kaya’nın şarkıları. Onu ilk ve son görüşüm de bu oldu.

PARİS SALDIRILARININ ARDINDAN: BATICI VE İSLAMCI ÖZCÜLÜKLERİN TUZAĞINDAN KURTULMAK

PARİS SALDIRILARININ ARDINDAN: BATICI VE İSLAMCI ÖZCÜLÜKLERİN TUZAĞINDAN KURTULMAK

Yayınlandığı Yer: T24, 17 Kasım 2015

http://t24.com.tr/yazarlar/hakan-yilmaz/paris-saldirilarinin-ardindan-batici-ve-islamci-ozculuklerin-tuzagindan-kurtulmak,13245


Paris'te 13 Kasım’da onlarca sivil insan IŞİD militanları tarafından restoranlarda, sokaklarda, konser salonlarında bombayla, silahla öldürüldü. Bu saldırının IŞİD'in hangi taktik, stratejik, kısa vadeli, uzun vadeli amacına hizmet ettiği uzun uzun tartışılabilir, tartışılıyor da. Ama, Fransa'da, Avrupa'da, ABD'de, Türkiye'de, Orta Doğu'da ve dünyanın başka yerlerinde daha derinde, daha popüler düzeyde Müslümanlığa ve Müslümanlara ilişkin kaygı, korku ve nefret duyguları üzerinden yürüyen bir tartışma daha var ve ilerideki gelişmelerin yönünü daha çok bu ikinci tartışma tayin edeceğe benziyor.

Bu ikinci tartışmanın bir kanadında bazı Müslüman aydınlar, din adamları var. Bunlar, ısrarla, İslam'ın bir barış dini olduğunu, şiddeti tasvip etmediğini, bir Müslümanın terörist olamayacağını söylüyorlar. İslam'ın "özünün" IŞİD olmadığını, Taleban olmadığını, El Kaide olmadığını, bunlar gibi baskıcı, şiddet yanlısı örgütlerin İslam'ın özünden bir sapma olduğunu iddia ediyorlar. Paradoks şu ki, Müslüman aydınlar ve din adamları IŞİD İslam'dan sapmadır dedikçe daha çok sayıda genç erkek ve kadın dünyanın her yerinden IŞİD'e katılmak için koşuyor, IŞİD'in emirleri doğrultusunda kendini patlatıyor, kafa kesiyor, insanların canına kıyıyorlar. Müslüman aydınlar ve din adamlarının bu noktadan sonra artık "bana Müslümanlar cinayet işliyor dedirtemezsiniz" anlayışını bir tarafa bırakıp, samimiyetle, ciddiyetle kendilerini, toplumlarını, diasporalarını sarsan, rahatsız eden bir özeleştiriyi geliştirmelerinin, suçu biraz da kendilerinde aramalarının vakti geldi, geçiyor.

İslam'ın ve varolan Müslüman topluluklarının hangi değerlerinde, hangi yorumlarında, hangi anlayışlarında nelerin insanları demokrasiye karşı, insan haklarına karşı, kadın haklarına karşı bu kadar köklü bir uzlaşmazlığa, düşmanlığa, şiddete yönelttiğini düşünmelerinin vakti geldi, geçiyor. Bütün suçu Batı'ya, kolonyalizme, emperyalizme yüklemeden, samimi, derinlikli, köklü bir toplumsal, siyasal, kültürel, ekonomik ve evet teolojik özeleştiri yapılmazsa, korkarım İslam dünyası ve Müslümanlar dünyada hızla azalmakta olan itibarını iyice kaybedecek ve dünyanın geri kalanının gözünde sadece başedilmesi gereken bir tehdit unsuru olarak algılanacaktır. Ne yazık ki hızla bu noktaya doğru geliyoruz.

Tartışmanın diğer kanadında da bazı Batılı aydınlar, düşünürler var. Bunlara göre Paris’deki IŞİD eylemleri gibi eylemler Batı medeniyetine dahil olmayan, Batı'ya ve onun değerlerine düşman, "barbar" bir İslam anlayışından, bu anlayışın özünü yansıtan bir ötekileştirme, gayriinsanileştirme, şiddet, yıkım, öldürme potansiyelinden kaynaklanıyor. New York'daki 11 Eylül saldırılarından sonra da İslam'a ilişkin çok benzer bir söylem hemen yaygınlaşmış ve Amerikan yönetimi katında da neredeyse resmi söylem haline gelmişti. Bu söyleme göre Taleban, El Kaide, IŞİD gibi yapılar aslında İslam'ın yıkıcı, Batı'ya düşman "özünü" temsil ediyorlar. Ilımlı görünen bir Müslümanı bile "kazırsan" altından bir Taleban, bir El Kaideci, bir IŞİD'ci çıkar. Dolayısıyla, her Müslüman istediği kadar "ılımlı" ve "uyumlu" görünsün, potansiyel tehdit ve düşmandır ve sürekli gözetim altında bulundurulmalı, her zaman sadakatini ispat etmekle mükellef tutulmalıdır.

Paris saldırılarında askeri amaçlar için masum sivillerin hedef alınmasını İslam’a içkin bir barbarlık olarak gören Batılı düşünürlere sadece şunu hatırlatmak gerekir: çok değil bundan 70 önce, İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1942’de İngiltere ve ABD “düşman sivil halkı demoralize etmek amacıyla” Almanya'da sivil hedeflerin savaş uçaklarıyla vurulmasını “yeni bir strateji” olarak benimsediler; bu “yeni strateji”nin fikir babalarından biri Winston Churchill’den başkası değildi. Churchill, bir konuşmasında, “Alman şehirlerine ağır bombardıman uçakları tarafından hiç bir ayrım gözetmeksizin yıkıcı, yokedici saldırılar yapılmasının” Alman halkını demoralize etmek, Nazi rejiminden koparmak için şart olduğunun altını çizmişti. Bu yeni strateji kapsamında, 1942 yazından başlayarak, İngiliz ve Amerikan savaş uçakları Köln, Hamburg, Dresden gibi Alman şehirlerine gece saldırıları düzenlemeye başladı. Bu hava saldırılarının sonunda onbinlerce sivil hayatını kaybetti. Askeri hedeflere erişmek, devletleri yıldırmak, sivil halkı demoralize etmek ve devletlerinden soğutmak amacıyla sivilleri öldürmenin insanlık tarihindeki zirve noktasını ise ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı atom bombaları oluşturdu. Bu iki şehirde yüzbinlerce sivil bu bombalamalar sırasında hayatını kaybetti, bir o kadarı da bombalardan yayılan radyasyon yüzünden sakat kaldı, hastalıklara yakalandı.

Uzun lafın kısası, askeri amaçlar için “masum sivillerin hedef alınması” hiç de “İslam’a özgü bir barbarlık” değildir. Meseleyi böyle özcü terimlerle ortaya koyup, kendi yakın tarihine bile bakmayınca, sadece nefreti artırmakla kalır, karşı tarafı ikna etme gücünü de baştan kaybedersin.  Herkesin, ama en başta Müslümanlar üzerinde herhangi bir etkisi olan aydınların, düşünürlerin, takkeyi önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor. Özcü yaklaşımlar kolaydır, basittir, rahatlatıcıdır, ama bir o kadar da yanlıştır. Karşı tarafı suçlayıp durmak kolaydır, basittir, rahatlatıcıdır, ama bir o kadar da yanlıştır. Zor olan, şu anda acıyı sen de çeksen, önce kendini suçlamakla, kendini eleştirmekle başlamaktır. Basitleştirmecilikten, kolaycılıktan, rahatlıktan sıyrılmanın çok güç olduğu açık. Bilişsel olarak güç; duygusal olarak daha da güç. Ama, başka bir çıkış yolu da yok.

Öngörüm ne yazık ki kötümser. Çok geri gitmeden, sadece 20. yüzyıldaki Avrupa tarihine bakınca şunu görüyoruz: Avrupa toplumları önce nefret ve ötekileştirme sarmalına kendilerini kaptırıp, biri çok derin (Birinci Dünya Savaşı), diğeri ondan da derin (İkinci Dünya Savaşı) iki dip noktayı gördüler. Birbirlerine yapabilecekleri kötülüklerin her çeşidini (kimyasal savaş, atom bombası, gaz odaları, soykırım, v.d.), her düzeyde yaptılar. Yapabilecekleri bütün kötülükleri tüketince, savaştan ve yıkımdan harap ve bitap düşünce, 1945’ten sonra iyi şeyler yapabilmek için harekete geçmeye başladılar. Bugün bile bu süreç ancak düşe-kalka devam ediyor. Düşe-kalka diyorum, çünkü, birbirlerine karşı yaptıkları kötülüklerle daha kolay yüzleşebilen Avrupa toplumları, sıra ötekine, Avrupalı olmayana gelince, o kadar da alicenap, o kadar da empatik olmadılar. Örneğin, birbirlerine karşı önyargılarını aşmak için yüzlerce “yüzleşme projesi” düzenlerken, eski kolonilerinden gelen halklara karşı, göçmenlere karşı, mültecilere karşı “birazcık ırkçı”, “azıcık dışlayıcı” olmakta, gerektiğinde höt-zöt yapmakta bir beis görmediler.

Bugün İslam dünyasında farklılığa saygı göstermek; siyasi, dinsel, toplumsal muhalefete tahammül etmek; kadın ve LGBT haklarını tanımak, genel olarak "özgürlük" konusunda ne bir atılımın, ne bir özeleştirinin izine pek rastlayamıyoruz.  Bazı Orta Doğulu ve Batılı yazarlar, İslam dünyası için olsa olsa hak ve özgürlüklerden arındırılmış, sadece seçime indirgenmiş, adına da "illiberal demokrasi" (haksız-özgürlüksüz demokrasi) dedikleri şeyin en uygun, en uygulanabilir demokrasi biçimi olduğunu iddia ediyorlar.  Bu "illiberal demokrasi" fikri Batı'nın önemli düşünce kuruluşlarında da revaç bulmaya başlayan bir kavram.  Haklar ve özgürlükler konusunda belli bir mesafe katetmiş Müslüman ülkelerde bile demokrasinin liberalinden illiberaline doğru serbest düşüşlere tanık oluyoruz.  Demokrasi serbest ve adil bile olmayan seçimlere indirgeniyor, hak ve hukuk boyutundan arındırılıyor.  Batıda özellikle IŞİD saldırılarından sonra belirmeye yüz tutan banal oryantalizm ve yeni sağcılık kitleselleşir ve kök salarsa, o zaman herkes bu düşüşleri normal karşılayacak, “Müslüman bir ülkede olsa olsa bu kadar demokrasi olur!” diyecek.  İşin kötüsü, Müslümanlar da normal karşılayacak, “Bizde ancak bu kadar demokrasi olur!” diye. Veya, daha da kötüsü, “Aman, IŞİD olmayalım da illiberal demokrasi olalım, ona da razıyız!” noktasına gelecek insanlar.  IŞİD gibi örgütlerin varlığı, bu anlamda, İslam dünyasında IŞİD gibi olmasa da yine de baskıcı, hukuksuz rejimleri de meşrulaştırıyor, hem kendi halklarının, hem de dış dünyanın gözünde.  Otoriter, hak-hukuk tanımayan rejimler "IŞİD gibi olmadıkları" için ehven-i şer muamelesi görüyorlar.

Peki, Müslüman dünya bu sorunları nasıl aşabilir?  Müslüman dünya, dinsel değerlerle demokrasiyi, hakları, özgürlükleri teolojik düzeyde ve pratik hayatta nasıl uzlaştırabilir?  Önemli bir mesele “sınır” meselesidir.  Siyasal İslam, ister iktidarda, ister muhalefette olsun; ister Selefilik gibi nisbeten katı, ister İhvan gibi nisbeten yumuşak yorumlarıyla olsun, demokrasiyi, insan haklarını ve özgürlüklerini,  özellikle de kadın haklarını günümüz dünyasının saygın uluslararası kurumlarınca (örneğin, Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler) kabul edilen anlam ve kapsamında benimsemekte zorlanıyor; siyasal tahayyülünü bu hak ve özgürlüklerin çizdiği seküler sınırların içine sığdırmakta isteksiz davranıyor; teolojik tasavvurunu bu hak ve özgürlükleri din açısından meşrulaştıracak şekilde yeniden yorumlamakta sorunlar yaşıyor.  Tam tersine, birisi bir sınır çizdikçe, IŞİD gibi akımlar çıkıp o sınırı berhava edecek, daha da ikna edici bir teolojik yorumu anında getirebiliyorlar.  Üstelik, IŞİD gibi akımlar hem dini referanslarla dünyayı açıkladıkları, hem net bir ceza ve ödül sistemi önerdikleri, hem de karmaşık olaylara son derece basit, kolay anlaşılır dini yorumlar getirdikleri için özellikle Batı dünyasında kendisini fikren sıkışmış, ahlaken dışlanmış, estetik olarak ötekileştirilmiş addeden Müslüman gençler arasında çok daha fazla rağbet bulabiliyor. 

Bu yazıda çarpışan iki özcülüğün, iki benmerkezciliğin, bir İslamcı, diğeri Batıcı, tartışmayı nasıl bir yere vardırmadığını, nasıl içinden çıkılmaz hale getirdiğini, nasıl çözüm olanaklarının önünü tıkadığını, nasıl kendi kendini tebrik etmekten ibaret olduklarını vurgulamaya çalıştım. Sanıyorum, göreceğiz yakında, Avrupa'da aşırı sağ partilerin "biz dememiş miydik!" diye ortaya çıktıklarını, İslamcı şiddetten fena halde korkmuş "küçük Avrupalıları" kendi saflarına çekmeye çalıştıklarını. Aynı şekilde, Müslüman dünyada, "İslam bu değildir, yok hayır budur, hayır hayır şudur!” şeklindeki son derece kısır tartışmanın da tepesi atmış Müslüman gençlerin kendilerine net cevaplar sunan, Avrupa'yı tir tir titreten IŞİD'e veya benzer örgütlere daha da çok katılmasını önleyememek bir yana, tam tersine teşvik edeceğini de ne yazık ki göreceğiz. Batı’daki ve Doğu’daki bu basitleştirmeci, karmaşıklıktan kaçan, benmerkezci, cahil ve gururlu, suçu daima başkasına atan, içe kapanmacı, kabileci "atmosfer" nasıl ortaya çıktı? Post-modernizm bize küreselleşme çağında, internet dünyasında büyük anlatılar kırılacak, sınırlar kalkacak, akıllar genişleyecek, kimlikler özgürleşecek, herkes bilgiye erişecek, kozmopolit ve melez kimlikler ortaya çıkacak dememiş miydi? Çok mu erken bu söz duvara tosladı diye karar vermek için?  Küreselleşmenin ve internet çağının kalıcı paradoksal sonuçlarını mı görüyoruz yoksa daha iyiye giden yolda geçici bir düşüş mü yaşıyoruz?