SEN YOKTUN albümüm, müzik ve sanat üzerine Selin
Nasi ile Şalom Dergi için yaptığımız söyleşi
Şalom Dergi, Kasım 2015, Sayı
50
http://www.gozlemkitap.com/urun-26017-salom_dergi_kasim_2015.html
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve
Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi olan Prof. Dr. Hakan Yılmaz,
alanında yurtiçi ve yurtdışında tanınan başarılı bir akademisyen. Boğaziçi
Üniversitesi’nde verdiği derslerin yanı sıra, Avrupa
Çalışmaları Merkezi’nin direktörlüğünü yapıyor. On parmağında on marifet, aynı
zamanda yoğun tempoya bir de müzik kariyeri sığdırmayı başarmış.
Lise döneminde yarı zamanlı konservatuvar eğitimi
de alan Yılmaz, 80’li yıllarda arkadaşlarıyla birlikte kurduğu Ezginin Günlüğü
müzik grubunda, sözünü ve bestesini yaptığı şarkılara, sesiyle de can vermiş.
Bir süredir ara verdiği müzik hayatına Kadir Şan
Tarhan ile beraber hazırladıkları, geçtiğimiz Eylül ayında Ada Müzik’ten çıkan
“Sen Yoktun” albümüyle geri döndü. Biz de albümün hikayesini öğrenmek üzere
kapısını çaldık. Bu kez müzisyen Hakan Yılmaz ile sanata bakışını ve müzik
kariyerine dair planlarını konuştuk.
Klasik bir soru olacak ama müziğe olan ilginiz
nasıl başladı?
Ben çok küçük
yaşlardan beri müzikle iç içe büyüdüm.
Ailede müzisyenler var mıydı?
Benim hem
ozanlığım, hem de müzisyenliğim içinde büyüdüğüm geleneksel kültürün bir
ürünü. Erzurum’da doğdum, hayatımın ilk
on yılı orada geçti, ilkokulu orada bitirdim.
Annem ve babamın aileleri, Kafkasya’dan Kars’a göçetmişler. Annem ve babam ise Erzurum’a yirmili
yaşlarında, okumak ve çalışmak için gelmişler.
Benim yaşadığım
yerlerde müzik ve şiir hayatın 7/24 içindeydi. Bizim “gideyim de bir müzik
dinleyeyim” dediğimiz şekilde değildi o zaman müzikle ilişkisi insanların. Örneğin, “aşıklık” ve “destancılık” geleneği
hala yaşıyordu. Mesela, destancı, bir
çeşit halk ozanıydı. Bir evde biri
öldüğünde bir destancıya gidilir, ölen kişiye ait karakter özellikleri
anlatılırdı. Destancı da kendi prototip destanına anlatılan özellikleri
katarak, sokak sokak dolaşıp, belli bir müzik eşliğinde ölen kişi hakkındaki destanını
okurdu. Etrafında çocuklar toplanırdı, işsizler toplanırdı, onunla birlikte
yürürlerdi, onu dinlerlerdi. Yürüyerek
şehri dolaşırdı destancılar. Çocukluğuma dair anıları düşündüğümde destanını
okuya okuya yürüyen, bazen mesajını daha güçlü vermek için duran, sonra tekrar
yürüyen destancılar aklımdan hiç çıkmaz.
Erzurum ve Kars,
Türkçenin en derin konuşulduğu şehirlerdendi. Cumhuriyetle birlikte dilin
homojenleşmesi, ulusallaştırılması güzel bir şey ama her dil aslında kendine
has diyalektleri, ağızlarıyla vardır. Yöresel şivelere çok da düşmanlık etmemek
lazım belki de. Bu post-modern çağın en güzel taraflarından biri bu ağızların
ve diyalektlerin yeniden güzel bulunmaya başlanması. Yöresel şiveler televizyon dizilerinde,
sanatta, sinemada tekrar popülerleşmeye başladı.
Dil, aslında bize
müziği ve poetikayı veren şeydir. Onun içinde müzik oluşuyor. Dilin içindeki
doğal tempo ve ritm, başlamalar ve bitirmeler,
gidişler ve duraklar, haykırışlar ve sessizlikler, inişler ve çıkışlar bizim
müziğimizde teknikleştirdiğimiz çatıyı oluşturuyor. Derin bir dilin içinde
büyümüş olmamın bu yönden çok faydası oldu.
Ermenilerden
kalma bir köydü baba-dedemlerin köyü, Kars’ta.
Annem beni ve kızkardeşimi yazları alırdı, o köye götürürdü. Kars’ta da çok köklü bir Azeri-Terekeme
kültürü vardı. Kahveye giderdiniz. Bir aşık ya da oraların deyimiyle aşuk,
elinde bir sazla, saatler boyunca Köroğlu destanını okurdu. Anlatır,
susar…Etraftan cevaplar gelir…Ben küçükken uyuduğumu hatırlıyorum, kahvede,bir
sandalyede,kalabalığın arasında. Ama o aşukların dille, sesle dinleyenleri büyüleyen,
avcunun içine alan performanslarını hiç unutamam.
Benim için müzikten
önce ritm, tempo ve dil vardır. Dilin kullanımı, poetikası, derinliği, o dilin içiçe
yaşadığı bütün diğer dillerin ve kültürlerin, işte Ermeni kültürünün, Fars
kültürünün, Kürt kültürünün, Laz ve Gürcü kültürünün sütünü emerek onu Türkçenin
içinde ifade edebilme gücü beni çok etkilemiştir. Babaannemin tarafında ise
usta saz şairleri vardı. Onlar kültürel olarak daha Farisiydiler. Müthiş bir doğaçlama şiir söyleme yeteneği
olan bir büyük dayım vardı. Mesela, karşısına
geçip isminizi söyleseniz, size baka baka, sonu isminizle kafiyeli onlarca
dizeyi peşpeşe söyleyecek bir poetik yeteneğe sahipti.
Gerçek anlamda müziğin içine doğmuşsunuz. Peki
amatör müzik hayatınız nasıl başladı?
İlkokulu
Erzurum’da bitirdim. Harika bir ilkokul
eğitimi aldım Kültür Kurumu İlkokulu’nda.
Bilimiyle, sanatıyla, çok kaliteli öğretmenleriyle gerçekten eşsiz bir
okuldu. Buradan sevgilerimi gönderiyorum
oradaki tüm öğretmenlerime.
Galatasaray Lisesi’ni
Erzurum’dan kazandım. Sekiz yıl yatılı
okudum. İlk yıldan sonra ailem de benim peşimden İstanbul’a göç etti. Böylece
annem ve babam 30’lu yaşlarında ikinci defa göçmen oldular. Göçmenlik biraz
salaklıktır, sarsaklıktır, korkaklıktır, hayata çok fazla katılamamaktır. Ben
de öyle bir göçmen çocuktum: şaşkındım, sarsaktım, görgüsüzdüm, zayıftım ve
oldukça yoksuldum. Kendim gibi şaşkın
şebelek, birbirimizin ailesinden utanmayacağımız diğer çocuklarla arkadaş
oluyordum. Göçmenliğin iki türlü etkisi
oldu üzerimde. Birincisi, sizi biraz daha fazla gözlemci yapıyor arkadaşlarınıza
göre. Herkes hayata doğal bir aidiyet duygusu içinde, daha rahat katılırken,
ben bunları rahat yapamıyor, hayata istediğim gibi katılamıyordum. Yaşadığınız yere doğal bir aidiyet duygusu
hissetmeden orada yaşayabilmek, orayı anlayabilmek ve sevebilmek yeteneği, çok
enteresan bir biçimde sosyal bilimi besleyen bir unsurdur. Hayatın hem
içinde,hem dışında olma durumundan bahsediyorum. Sosyal bilimdeki bir başarım varsa bunu göçmenlik
durumuma, dışarılık deneyimime borçlu olduğumu düşünüyorum.
Müziğe başlamam
ise lisedeki kol faaliyetleri sayesinde oldu. Kendimi önce lise halk müziği korosunda
buldum. İyi hissettim müzikle uğraşınca kendimi.
O sıralarda, tabii,
siyasi günlerden geçiyorduk. İşçi Kültür Derneği diye bir dernek vardı. Dernek, şiddetten uzak, sosyalist sol bir çizgide
idi. O derneğin korosuna katıldım. Devrimci marşlardan halk türkülerine kadar
söylerdik. Sonra 12 Eylül oldu. O korolardan gelen Galatasaray Lisesi kökenli
dört arkadaş - ben, Emin İgüs, Şebnem Tuncay ve Tugay Başar – ve Boğaziçi’nde
okuyan Vedat Verter ile beş kişilik bir ekip olarak bu karanlık günlerde “Ne
yapalım?” diye düşünürken, evlerde toplanıp, gayet mütevazı bir şekilde müzik
yapmaya başladık. Ama nasıl bir formda devam edeceğimizi bilmiyorduk. 12
Eylül’ün bulutları dağıldıkça, zaman içinde, bir müzik grubu kurma fikri
olgunlaştı. Uzun süre, çalışabileceğimiz bir yer aradık. Birçok kişiye gittik.
En sonunda bir halk müziği üstadı olan Yavuz Top - buradan kendisine çok teşekkür
ediyorum - bize Laleli’deki bağlama dershanesini açtı.
Çok ciddi
çalışırdık. Çoğumuz konservatuvarlıydık
aynı zamanda. Konservatuvardan aldığımız çalışma disiplinini grup çalışmalarına
da uyarladık. Ses açma egzersizleri, nota çalışmaları. Bir süre sonra aramıza Emin İgüs’ün Türk Müziği
Konservatuarı’ndan tanıdığı Nadir Göktürk katıldı. Onu başka arkadaşlar izledi. Derken, repertuarımızı tamamlayınca, 1983
yılının Mart’ında Mecidiyeköy’de, şimdi artık olmayan Hodri Meydan Kültür
Merkezi’nde ilk konserimizi verdik. Bize merkezin kapısını açan rahmetli Levent
Kırca’ydı. Levent Kırca’yı da bize mekanını açtığı için buradan rahmetle
anıyorum. Hakkını vermek gerekir; müzik
yapan solcu gençlere yardım etmek o dönem için cesaret isteyen bir şeydi; bir
çok sanatçı abimiz bu yardımı esirgemişti bizden!
Protest müzik mi yapıyordunuz?
Biz, hayatın her yönünü
anlatmayı isteyen akıllı, birikimli, derinlikli çocuklardık. Protesto hayatın
sadece bir yönünü verir. Protestonun dışında bizi hayata bağlayan yüzlerce
başka küçük köprücükler vardır. Siyasetle sanatın ilişkisi de bu karmaşıklık
içerisinde kuruluyor. Protesto, insanın
birine düşman olurken, kendisiyle hesaplaşmasını da kapsamalı. 70li yılların basitleştirici ideolojilerinden
bıkmış olduğumuz için, bir sol damarımız vardı ama, solculuğun sanatsal ifade
biçimlerinden çok hoşnut değildik. Yeni bir dilsel ve müziksel estetik arayışındaydık. Derin ve kapsayıcı müziklerin
peşindeydik. Ezginin Günlüğü Türkiye’de
bu arayışın içinde olmak için kurulmuştu.
Bugün ben hala aynı amacın peşindeyim.
Daha sonra uzun bir süre müziğe ara vermişsiniz...
Master ve doktora
yapmak için Amerika’ya gelince, 1989’da, Ezginin Günlüğü’nden ayrılmak zorunda
kaldım. Ben ayrıldıktan kısa bir süre sonra grup da dağıldı zaten.“Nereye
gideceğiz?” çatışmasından ötürü. Daha
sonra, Nadir Göktürk’ün yönetiminde yine aynı isim altında ama tamamen yeni
elemanlarla yeniden müzik yapmaya başladı.
Alanınız siyaset bilimi olduğu için sormak
istiyorum. Siyasetin bize hayatı dar ettiği şu günlerden geçerken müziğin
birleştirici gücünü nasıl görüyorsunuz? Hani Sezen Aksu’nun “O zaman şarkı
söylemek lazım,” dediği gibi müzik bir tutkal olabilir mi?
Birincisi, Türk
halkından umudumu kestiğim her zaman bir halk türküsü dinlerim ve o zaman
tekrar umut dolarım. Karacaoğlan, Hacı
Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Fuzuli, Nedim, Nazım Hikmet gibi ozanlar
yetiştirmiş bir dilin sahiplerinden umut kesmemek gerektiğini düşünüyorum.
İkinci olarak,
ben, siyaset ve sanat arasındaki ilişkiyi “Siyasetten bunaldık, biraz müzik dinleyerek
avunalım, neşelenelim” şeklinde görmüyorum.
Hepimizin içinde
küçük birer siyasetçi, küçük birer tüccar, küçük birer asker vardır. İçinde
yaşadığımız kültür erkekleri içlerindeki bu karakterleri dışarı çıkarmaya
teşvik ederken, kadınların zihnine de çok küçük yaşlardan itibaren bu tür asker,
tüccar, siyasetçi tipi erkekleri beğenmelerini işler. Bunlar binlerce yıllık
patriarşik kodlarımızdır.
Sanat ve müzik bu
kültürel kodlar dışında senin özünü, ruhunu,varoluşunun derin boyutlarını bulmanı
sağlar. Bunun ne olduğunu sanat sana tarif etmez. Çünkü kişiden kişiye
değişkenlik gösterir. Sanat bize bunu keşfettirebildiği ölçüde, bizi içimizdeki
küçük siyasetçinin, küçük askerin, küçük tüccarın üzerine çıkararak ruhumuzun
derinliklerindeki özlerle buluşturduğu ölçüde çok temel bir dönüştürücü işlevi
yerine getirir.
Müzik, bir bakıma
Melek İsrafil’in mahşer gününü haber veren suru gibidir. Güzel bir müzik
dinlediğimizde, o, bize şöyle der: “Ey insan uyan! Kendine bak! Yalnızsın. Ne
anan var, ne baban var; ne paran var, ne pulun var. Kim olduğunu düşün!” der. O
çırılçıplaklık içinde, yapayalnızlık insanı kendi özünü, varoluşunun manasını düşünmeye
davet eder. Sanat asla küçük bir siyasi mesajın taşıyıcısı olmamalıdır. O küçük, çıkarcı mesajların çok ötesinde,
sanat insanın özünü, ruhunu bulması için açılmış bir kanal olmalıdır.
Arındırıcı bir güçtür sanat. Benim sevdiğim ve yapmak istediğim sanat böyle bir
şey.
Albümdeki parçalara gelirsek...Aslında her biri
bir yap-bozun parçaları gibi birbirini tamamlıyor. Önce ismine baktım
albümün:“Sen Yoktun.” Parçaları dinledikçe, sanki her şarkıda, müzik alt
yapısında kullanılan birbirinden farklı enstrümanlar ve ezgilerle, dinleyiciyi
farklı bir yöreye taşıyor; ve orada muhtemelen kaybedilmiş o sevgilinin
izini sürerken, aynı zamanda o sevgiliden bir parçayı gittiğiniz yerlere de
taşıdığınız hissini uyandırıyorsunuz. Dinleyiciyi bir yolculuğa çıkarıyorsunuz
adeta.
Çok doğru
yorumlamışsın...
Ayrıca albümdeki tüm şarkı sözleri size ait...
Tüm şarkı
sözlerini ben yazdım. Bestelerin de üçü
bana ait. Altısı Kadir Şan’a, biri de Haji Khanmammadov’a ait. Tüm düzenlemeleri de Kadir Şan Tarhan yaptı.
Peki, sözler kalemden dökülünceye kadar geçen
süreçten bahsedebilir misiniz biraz? Sanatçı nasıl üretir, hep merak edilir...
Bir kısmı
Kadir’le çalışırken çıktı. Kadir, bir melodiyi
gitarla çalmaya başladığında, o melodinin ritmi, yapısı bazen bir kelime,
bazense bir cümle getiriyor aklıma. Mesela “Karadeniz akıyor” öyle çıktı.
Sonra, o ilk sözlere bir şeyler eklemeye başlıyorum ve süreç içinde şarkı
ortaya çıkıyor.
Bazen de söz ve
müzik aynı anda geliyor aklıma. Mırıldanarak.
Arabada giderken. Hemen
kaydediyorum. Onun üzerine eklemeler yaparak, geliştiriyorum. Siz, iyi niyetli,
sağlıklı, algılarınız açık ve arayış içinde olduğunuz zaman, daha rahat
dökülüyor kelimeler. Ama her gün o mağaraya gidip, kendi kendinizle baş başa kalmanız
lazım. Bekleyeceksiniz.
Gizli bir şiir defteriniz de vardır o zaman...
Var. Gizli değil;
şiirlerim var. Yayınlayacağım zaman içinde.
Demin albümle ilgili yap-boz örneğini verdim.
Hikayenin ucunu açık bırakmışsınız. Acaba bir sonraki albümde mi cevap gelecek?
Şu anda Sen Yoktun’daki şarkıların farklı yorumları üzerinde
çalışıyoruz. Bir tür “Sen Yoktun akustik” çıkıyor ortaya. Bunlara ek olarak, benim Ezginin Günlüğü zamanında
söylediğim halk türkülerinin bir kısmını da içeren yaklaşık yirmi şarkılık bir
konser repertuvarı hazırlamaya başladık.
Sen Yoktun’daki bazı parçaların akustik versiyonlarından ve eskiden
söylediğim bazı türkülerin yeni yorumlarından oluşan şarkıları da yeni bir
albüm olarak çıkarmayı düşünüyoruz. Bunun
yanında benim sözlerini ve müziklerini hazırladığım, düzenleme ve icra
aşamasında olan yaklaşık yirmi adet bestem var. Onları da iki albümde ortaya
çıkarmak istiyorum. Şiirlerimi ayrıca
yayınlamayı düşünüyorum. Önümüzdeki beş
yıl için sanat alanındaki hedeflerim bunlar.
Bunları gerçekleştirmeye çalışacağım, tabii eğer Yukarıdaki başka
planlar yapmıyor ise(!).
Öyleyse sizi tekrar konuk edeceğiz...