Wednesday, September 23, 2015

SEN YOKTUN albümüm hakkında Boğaziçi Üniversitesi Haberler'de çıkan söyleşi (Eylül 2015)

"Hakiki sanat hepimizi kendi hikayelerimizi düşünmeye davet eder"

Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümü öğretim üyelerinden ve Ezginin Günlüğü grubunun kurucularından Prof. Dr. Hakan Yılmaz yeni bir albümle müziğe yeniden “merhaba” dedi. Biz de Yılmaz’la müziğe başlayış serüveninden, ‘’Sen Yoktun’’ adını verdikleri albümlerinin ortaya çıkış aşamasından, sosyal bilimle müziğin kesişmesinden ve yeni dönem akademik çalışmalarından söz ettiğimiz keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
 
Bize müziğe nasıl başladığınızdan ve Sen Yoktun albümünün nasıl ortaya çıktığından biraz bahsedebilir misiniz?
1980'li yılların başında Boğaziçi Üniversitesi’nde öğrenciyken, hatta ondan da önce Galatasaray Lisesi'nden tanıştığım arkadaşlarımla beraber müzik yapma hevesimiz vardı. Bu arkadaşlarımla bir araya gelip bir yıl boyunca beraber çalıştıktan sonra Ezginin Günlüğü’nü kurduk. 1983 yılının Mart ayında ilk konserimizi verdik. Sonra konserler ve albümler devam etti. Bu süreç boyunca grubun solistlerinden biriydim. Aynı zamanda söz yazıyordum ve şiir düzenlemesi yapıyordum. Grubun üç albümünde; Sabah Türküsü, Ala Gözlü Yar ve Doğu Türküleri'nde solistlik yaptım. Onlarca konserde sahneye çıktım. Sonra 1989'da master ve doktora eğitimi için Amerika'ya gittim. Grup benden sonra da iki albüm daha yaptı ve sonrasında o ilk kadrosu dağıldı. Bir süre sonra Nadir Göktürk başka elemanlar alarak ikinci Ezginin Günlüğü şeklinde grubu devam ettirdi; bu ikinci aşamada gruba Hüsnü Arkan da katıldı. 90'lı yıllardan sonra yaklaşık 20 yıl böyle devam etti grup. Ardından Hüsnü Arkan da ayrıldı bundan bir süre önce. Şu anda grup üçüncü bir aşamaya girdi.

Benim hikayeme gelince, her zaman müzik, şiir, söz, icrayla bir aradayım. Bazen azalır, bazen çoğalır, ama hayatımda hep vardır müzik. Amerika'dayken de, Türkiye’ye döndükten sonra da bu böyle devam etti. Hep sözler yazarım, bir yerlere bir şeyler kaydederim. Böyle böyle epey bir beste-söz birikmişti. Bunu açığa çıkartmak istedim. Önce eskilerden birkaç arkadaşımla bir araya geldik ve beraber bir şeyler yapmayı denedik. Nedense eskilerle ilişki koptu mu, tekrar başlatmak zor oluyor. En son eski arkadaşlarımdan biriyle şöyle bir durum oldu. Tanju Duru vardı bizim kurucu ekipten. O bir albüm yapmak istiyordu 2006-2007 gibi. Ben ona sözler yazdım birkaç şarkısı için. Sonra o bir albüm çıkardı Duru Zamanlar diye. Çok da güzel bir albüm oldu. Benim albümüm üzerinde çalışmaya başlayacaktık. Ne yazık ki 2008 sonbaharında Tanju'yu bir dağcılık kazasında kaybettik. Sonra bir gün, Boğaziçi Üniversitesi'ndeki ofisimde otururken kapı açıldı ve içeriye bu albümü birlikte yaptığımız, yıllardır görmediğim Kadir Şan Tarhan okulla ilgili bir işi hakkında benimle konuşmak için girdi! Ezginin Günlüğü’nün kuruluş günlerinden tanıştığımız, kendisi de grupla bir süre beraber çalışmış, çok iyi bir gitarcı, besteci ve düzenlemeci olan Kadir Şan da Boğaziçi Üniversitesi mezunudur; makine mühendisliğinden girip sosyolojiden çıkmıştır! Dolayısıyla bu albüm aslında iki Boğaziçilinin albümüdür.

Kadir Şan ile yıllar sonra biraz birbirimize destek olalım ve parçalarımızı gün ışığına çıkartalım, dedik. Bir yıl kadar onun ve benim bestelerim üzerinde çalıştık. Besteler ve sözler olgunlaştığında fikir danışmak için Nadir Göktürk'e gittik. İlk kayıtları Nadir Göktürk'ün ev stüdyosunda yaptık. Sonra Nadir bize gerçek kayıtları yaptığımız Kadıköy’deki Harem Stüdyo'yu önerdi. İki yıl kadar süren kayıt sürecimiz 2015 başı civarında bitti. Bu süreç, bizim için, yeni müzik piyasasını, müzisyenleri, kayıt yöntem ve tekniklerini öğrendiğimiz bir öğrenme süreci de oldu. Mixing, mastering, bir parçamızın bestesinin telif haklarının alımı, yayıncı şirketle anlaşma derken Haziran ayı geldiğinde albüm hazırdı, ama seçim dolayısıyla çıkarmayalım dedik. Biraz daha zaman geçti, Türkiye’de siyasetin durulmasını bekledik. Sonra düşündüm: 15 yaşından beri siyaseti takip ediyorum, 20 yıldır siyaset bilimi hocalığı yapıyorum ve Türkiye'de ne siyasetin, ne ekonominin, ne toplumun durulduğuna hiç şahit olmadım. Bundan sonra da durulmayacağını bildiğim için bir yerde bu albümü çıkartmak lazım, diye düşündüm. Ada Müzik’le de konuştuk, “beklemeye mahal yok, albümü Eylül ayında çıkaralım” dedik. Ve 7 Eylül’de çıktı. Şimdi de kendi yolunda gidiyor albüm.

Albümün bir özelliği şu: bu bir solist albümü değil, solistin de bir parçasını oluşturduğu bir düzenleme albümü. Şarkıları dinlediğinizde gitarı, bası, flütü, piyanosu, kemanı, çellosu, davulu, solisti ve her şeyiyle o ince işlenmiş müzikal yapıyı göreceksiniz. Düzenlemeye çok özenildi. Albümün kompozisyonuna ve altyapısına çok özenildi. Aynı zamanda ağır bir albüm bu. Sözleri de ağır, kendisi de ağır. Dolayısıyla ağır dinlenmeyi ve yavaş tüketilmeyi, keşfedilmeyi, sindirilmeyi bekleyen bir albüm. Fast-food bir albüm değil. Bu belki bizim için bir risk, ama aynı zamanda bizim dinleyicimiz de müzikle daha derin, daha yavaş bir ilişki kurmasını beklediğimiz bir dinleyici.

Akordeondan kemençeye farklı enstrümanlar var albümde... Bu albüm aynı zamanda bölgesel bir yolculuk mu?
Üç şarkıda Ege/Akdeniz havası ve tınısı görüyorsunuz. İki tane de Karadeniz temalı şarkı var. Demek beş şarkımızda böyle bölgesel bir tema var. Ama şarkıların hiçbiri Akdeniz ya da Karadeniz olsun diye yapılmış değil. Tamamen benim ve Kadir'in o melodiye yakıştırdığımız bir durum. Bazı ortak temalar çıktı ama, sonuçta. Örneğin, zeytin teması var, ada teması var, yol teması var. Bir tematik süreklilik var. Bu, enteresan bir biçimde, birbirini izleyen bir süreçte oluşuyor. Kadir bir melodiyle geliyor. O melodinin üzerine ben bir söz yazıyorum. Sonra öbür melodi ondan bir öncekine göre şekillenmeye başlıyor ve bir öncekinin sözleri de bir sonrakini belirlemeye başlıyor.

Buna biz aslında sosyal bilimde, sosyal bilimciyim madem, "path dependency" diyoruz. Yani yola çıktıktan sonra attığınız her adım bir sonrakinin yönünü belirliyor. Yol bittikten sonra baktığınızda başlangıçta benim kurmadığım bir hikayeyi, bir yapıyı siz görebilirsiniz. Benim başlangıçta hiç aklıma gelmeyen, o sırada yolda giderken düşünmediğim bir hikayeyi, dışarıdan bakan bir dinleyici görebilir. Aslında benim bilmediğim bir hakikatimi bana söyleyebilir. O yüzden albümün güzel tarafı çoklu anlamlandırmaya açık bir albüm olması. Ama ben de dinlediğimde mesela bir yokluk, arayış, yad etme, hatırlama, yasını tutma teması görüyorum. Birçok şarkıyı sözler olarak birbirine bağlayan böyle bir tematik süreklilik var. Ama bunlar, dediğim gibi, baştan planlanarak oluşmuş temalar değil. Yolda giderken, kendi kendine ortaya çıkmış, birbirini doğurmuş temalar.

80'lerin sonu ve 90'larda dinleyiciler için Ezginin Günlüğü, belli bir kuşağı etkilemiş önemli bir gruptu. Şimdi bu yeni albüm vesilesiyle dinleyiciler yeniden o tınıları da duyacak mı?
Orijinal ruhun başka türlü bir yansımasını duyacaksınız. Hepimizin hayatında bir destansı dönem vardır. Aslında biz ne kadar büyüsek de hep o döneme referansla bugünümüzü yeniden adlandırırız. Herkes için bu dönem farklıdır. Kimisi için ilk gençliktir, kimisi için çocukluktur, kimisi için orta yaşlardır. Biz hep yeni başlangıçlar yapabilsek de o destansı dönemin kayıpları ve kazançları, zaferleri ve yenilgileri bizi şekillendirmiştir ve aslında insan hayatı, kendi etrafında dönen dervişler gibi, o destansı dönemin etrafında dönerek ve onu anlamaya çalışarak geçer. Sanatın şöyle güzel bir tarafı var: sanatçı kendi destanının anahtarlarını şiir ve şarkıyla dinleyiciye verince, o da o anahtarla kendi destanının kapısını açmaya başlar. Sanatın güzel tarafı, insanları kendi hikayeleri üzerinde düşünmeye ve oradan yola çıkarak kendi sanatını yapmaya davet etmektir.

Beni en çok etkileyen şairlerden biri Fuzuli'dir, mesela. 16. Yüzyılın bu şairini bugün okuduğumuzda bile kendi hayatımıza ilişkin bir anahtarı bulabiliyoruz onda. Büyük sanat bu oluyor. Sanat, aslında, hepimizin hayatlarındaki o anlatılmayı bekleyen hikayeyi anlatmaya bizi zorladığı ölçüde ve hepimizi küçük sanatçılar haline getirdiği ölçüde büyük sanattır.

Siz akademik çalışmalarınızı da aynı şekilde titizlikle yürütüyorsunuz. Geçtiğimiz yıllarda da özellikle muhafazakarlık ve Kürt sorunu araştırmaları gibi bugüne dair de söyleyecekleri ve sonuçları olan konular üzerine çalıştınız. Güncel akademik çalışmalarınız hakkında da biraz bilgi verebilir misiniz?
Şu anda hazırlıklarını yaptığımız yeni araştırmamız Türkiye'deki siyasi tartışmanın ana eksenleri ve yorum çerçeveleri konusunda olacak. Türkiye siyasetinde ve kamuoyunda Kürt meselesi, başkanlık sistemi ve parlamenter sistem, yolsuzluk, Gezi protestoları gibi birçok konuda tartışmalar yürüyor. Bizim ilgilendiğimiz konu, bu siyasi tartışmaların belli anlam çerçeveleri içinden yürüyor olması. Yani herkes özgür değil bu tartışmayı yürütürken. Bakış açıları, olaylara bakışı etkileyen prizmalar diyelim, yukarıdan aşağıya veriliyor. Bu da genelde medya, kanaat önderleri, dini liderler, siyasi liderler ve partilerin insanlara ‘’bu olaya buradan bak’’ demesiyle oluyor. Çoğu insan kendi çerçevesini oluşturamadığı için var olan çerçevelerden birini benimseyip, o çerçevenin merceğinden bir olaya bakmaya başlıyor. Dolayısıyla, bir olay hakkındaki siyasi tartışmayı belirleyen üç-beş çerçeve oluyor. Biz bu araştırmada şu konular üzerinden ilerleyeceğiz: Yakın tarihimizdeki kırılma noktaları hakkındaki belli başlı yorum çerçeveleri nelerdir? Toplumun hangi kesimleri, olaylara hangi çerçevelerden bakıyor? İnsanlar çerçeveler konusunda rasyonel, eleştirel bir tutum mu takınıyorlar, yoksa onlara körü körüne bir inanç mı besliyorlar? İnsanlar bu çerçeveleri nereden duyuyorlar; mesela medyadan mı, siyasi mitinglerden mi, arkadaşlarından mı, başka yerlerden mi?

Şunu unutmamak lazım, sanatın çok büyük katkısı var sosyal bilime. Sanat bana bir duygusal çerçeve çizer ve ben aslında duygusal olarak evet demediğim hiç bir şeye bilimsel olarak evet demem. Sanat bana neyin iyi neyin kötü, neyin olabilir neyin olamaz olduğu konusunda bir öngörü katar. Ben bir olayın, bir fikrin anlamını önce hissederim. Özellikle güzellik-çirkinlik açısından hissederim, estetik olup olmadığını hissederim. Eğer bana güzel veya estetik gelmiyorsa herhangi bir siyasi proje veya fikir, benim ona siyaseten doğru demem mümkün değil.

Haber: Ronay Bakan ve Duygu Durgun Köseoğlu / Kurumsal İletişim Ofisi

http://haberler.boun.edu.tr/tr/haber/hakiki-sanat-hepimizi-kendi-hikayelerimizi-dusunmeye-davet-eder

No comments:

Post a Comment

Comments are welcome // Yorumlarınız için teşekkürler