PARİS SALDIRILARININ ARDINDAN: BATICI VE İSLAMCI ÖZCÜLÜKLERİN TUZAĞINDAN KURTULMAK
http://t24.com.tr/yazarlar/hakan-yilmaz/paris-saldirilarinin-ardindan-batici-ve-islamci-ozculuklerin-tuzagindan-kurtulmak,13245
Paris'te
13 Kasım’da onlarca sivil insan IŞİD militanları tarafından restoranlarda,
sokaklarda, konser salonlarında bombayla, silahla öldürüldü. Bu saldırının
IŞİD'in hangi taktik, stratejik, kısa vadeli, uzun vadeli amacına hizmet ettiği
uzun uzun tartışılabilir, tartışılıyor da. Ama, Fransa'da, Avrupa'da, ABD'de,
Türkiye'de, Orta Doğu'da ve dünyanın başka yerlerinde daha derinde, daha
popüler düzeyde Müslümanlığa ve Müslümanlara ilişkin kaygı, korku ve nefret
duyguları üzerinden yürüyen bir tartışma daha var ve ilerideki gelişmelerin
yönünü daha çok bu ikinci tartışma tayin edeceğe benziyor.
Bu
ikinci tartışmanın bir kanadında bazı Müslüman aydınlar, din adamları var.
Bunlar, ısrarla, İslam'ın bir barış dini olduğunu, şiddeti tasvip etmediğini,
bir Müslümanın terörist olamayacağını söylüyorlar. İslam'ın "özünün"
IŞİD olmadığını, Taleban olmadığını, El Kaide olmadığını, bunlar gibi baskıcı,
şiddet yanlısı örgütlerin İslam'ın özünden bir sapma olduğunu iddia ediyorlar.
Paradoks şu ki, Müslüman aydınlar ve din adamları IŞİD İslam'dan sapmadır
dedikçe daha çok sayıda genç erkek ve kadın dünyanın her yerinden IŞİD'e
katılmak için koşuyor, IŞİD'in emirleri doğrultusunda kendini patlatıyor, kafa
kesiyor, insanların canına kıyıyorlar. Müslüman aydınlar ve din adamlarının bu
noktadan sonra artık "bana Müslümanlar cinayet işliyor
dedirtemezsiniz" anlayışını bir tarafa bırakıp, samimiyetle, ciddiyetle
kendilerini, toplumlarını, diasporalarını sarsan, rahatsız eden bir
özeleştiriyi geliştirmelerinin, suçu biraz da kendilerinde aramalarının vakti
geldi, geçiyor.
İslam'ın
ve varolan Müslüman topluluklarının hangi değerlerinde, hangi yorumlarında,
hangi anlayışlarında nelerin insanları demokrasiye karşı, insan haklarına
karşı, kadın haklarına karşı bu kadar köklü bir uzlaşmazlığa, düşmanlığa,
şiddete yönelttiğini düşünmelerinin vakti geldi, geçiyor. Bütün suçu Batı'ya,
kolonyalizme, emperyalizme yüklemeden, samimi, derinlikli, köklü bir toplumsal,
siyasal, kültürel, ekonomik ve evet teolojik özeleştiri yapılmazsa, korkarım
İslam dünyası ve Müslümanlar dünyada hızla azalmakta olan itibarını iyice
kaybedecek ve dünyanın geri kalanının gözünde sadece başedilmesi gereken bir
tehdit unsuru olarak algılanacaktır. Ne yazık ki hızla bu noktaya doğru geliyoruz.
Tartışmanın
diğer kanadında da bazı Batılı aydınlar, düşünürler var. Bunlara göre
Paris’deki IŞİD eylemleri gibi eylemler Batı medeniyetine dahil olmayan,
Batı'ya ve onun değerlerine düşman, "barbar" bir İslam anlayışından,
bu anlayışın özünü yansıtan bir ötekileştirme, gayriinsanileştirme, şiddet,
yıkım, öldürme potansiyelinden kaynaklanıyor. New York'daki 11 Eylül
saldırılarından sonra da İslam'a ilişkin çok benzer bir söylem hemen
yaygınlaşmış ve Amerikan yönetimi katında da neredeyse resmi söylem haline
gelmişti. Bu söyleme göre Taleban, El Kaide, IŞİD gibi yapılar aslında İslam'ın
yıkıcı, Batı'ya düşman "özünü" temsil ediyorlar. Ilımlı görünen bir
Müslümanı bile "kazırsan" altından bir Taleban, bir El Kaideci, bir
IŞİD'ci çıkar. Dolayısıyla, her Müslüman istediği kadar "ılımlı" ve
"uyumlu" görünsün, potansiyel tehdit ve düşmandır ve sürekli gözetim
altında bulundurulmalı, her zaman sadakatini ispat etmekle mükellef
tutulmalıdır.
Paris
saldırılarında askeri amaçlar için masum sivillerin hedef alınmasını İslam’a
içkin bir barbarlık olarak gören Batılı düşünürlere sadece şunu hatırlatmak
gerekir: çok değil bundan 70 önce, İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1942’de
İngiltere ve ABD “düşman sivil halkı demoralize etmek amacıyla” Almanya'da
sivil hedeflerin savaş uçaklarıyla vurulmasını “yeni bir strateji” olarak
benimsediler; bu “yeni strateji”nin fikir babalarından biri Winston
Churchill’den başkası değildi. Churchill, bir konuşmasında, “Alman şehirlerine
ağır bombardıman uçakları tarafından hiç bir ayrım gözetmeksizin yıkıcı,
yokedici saldırılar yapılmasının” Alman halkını demoralize etmek, Nazi
rejiminden koparmak için şart olduğunun altını çizmişti. Bu yeni strateji
kapsamında, 1942 yazından başlayarak, İngiliz ve Amerikan savaş uçakları Köln,
Hamburg, Dresden gibi Alman şehirlerine gece saldırıları düzenlemeye başladı.
Bu hava saldırılarının sonunda onbinlerce sivil hayatını kaybetti. Askeri
hedeflere erişmek, devletleri yıldırmak, sivil halkı demoralize etmek ve
devletlerinden soğutmak amacıyla sivilleri öldürmenin insanlık tarihindeki
zirve noktasını ise ABD’nin Hiroşima ve Nagasaki’ye attığı atom bombaları
oluşturdu. Bu iki şehirde yüzbinlerce sivil bu bombalamalar sırasında hayatını
kaybetti, bir o kadarı da bombalardan yayılan radyasyon yüzünden sakat kaldı,
hastalıklara yakalandı.
Uzun
lafın kısası, askeri amaçlar için “masum sivillerin hedef alınması” hiç de
“İslam’a özgü bir barbarlık” değildir. Meseleyi böyle özcü terimlerle ortaya
koyup, kendi yakın tarihine bile bakmayınca, sadece nefreti artırmakla kalır,
karşı tarafı ikna etme gücünü de baştan kaybedersin. Herkesin,
ama en başta Müslümanlar üzerinde herhangi bir etkisi olan aydınların,
düşünürlerin, takkeyi önlerine koyup düşünmeleri gerekiyor. Özcü yaklaşımlar
kolaydır, basittir, rahatlatıcıdır, ama bir o kadar da yanlıştır. Karşı tarafı
suçlayıp durmak kolaydır, basittir, rahatlatıcıdır, ama bir o kadar da
yanlıştır. Zor olan, şu anda acıyı sen de çeksen, önce kendini suçlamakla,
kendini eleştirmekle başlamaktır. Basitleştirmecilikten, kolaycılıktan,
rahatlıktan sıyrılmanın çok güç olduğu açık. Bilişsel olarak güç; duygusal
olarak daha da güç. Ama, başka bir çıkış yolu da yok.
Öngörüm
ne yazık ki kötümser. Çok geri gitmeden, sadece 20. yüzyıldaki Avrupa tarihine
bakınca şunu görüyoruz: Avrupa toplumları önce nefret ve ötekileştirme
sarmalına kendilerini kaptırıp, biri çok derin (Birinci Dünya Savaşı), diğeri
ondan da derin (İkinci Dünya Savaşı) iki dip noktayı gördüler. Birbirlerine
yapabilecekleri kötülüklerin her çeşidini (kimyasal savaş, atom bombası, gaz
odaları, soykırım, v.d.), her düzeyde yaptılar. Yapabilecekleri bütün
kötülükleri tüketince, savaştan ve yıkımdan harap ve bitap düşünce, 1945’ten
sonra iyi şeyler yapabilmek için harekete geçmeye başladılar. Bugün bile bu
süreç ancak düşe-kalka devam ediyor. Düşe-kalka diyorum, çünkü, birbirlerine
karşı yaptıkları kötülüklerle daha kolay yüzleşebilen Avrupa toplumları, sıra
ötekine, Avrupalı olmayana gelince, o kadar da alicenap, o kadar da empatik
olmadılar. Örneğin, birbirlerine karşı önyargılarını aşmak için yüzlerce
“yüzleşme projesi” düzenlerken, eski kolonilerinden gelen halklara karşı,
göçmenlere karşı, mültecilere karşı “birazcık ırkçı”, “azıcık dışlayıcı”
olmakta, gerektiğinde höt-zöt yapmakta bir beis görmediler.
Bugün İslam
dünyasında farklılığa saygı göstermek; siyasi, dinsel, toplumsal muhalefete
tahammül etmek; kadın ve LGBT haklarını tanımak, genel olarak
"özgürlük" konusunda ne bir atılımın, ne bir özeleştirinin izine pek rastlayamıyoruz. Bazı Orta Doğulu ve Batılı yazarlar, İslam
dünyası için olsa olsa hak ve özgürlüklerden arındırılmış, sadece seçime
indirgenmiş, adına da "illiberal demokrasi" (haksız-özgürlüksüz
demokrasi) dedikleri şeyin en uygun, en uygulanabilir demokrasi biçimi olduğunu
iddia ediyorlar. Bu "illiberal
demokrasi" fikri Batı'nın önemli düşünce kuruluşlarında da revaç bulmaya
başlayan bir kavram. Haklar ve
özgürlükler konusunda belli bir mesafe katetmiş Müslüman ülkelerde bile demokrasinin
liberalinden illiberaline doğru serbest düşüşlere tanık oluyoruz. Demokrasi serbest ve adil bile olmayan
seçimlere indirgeniyor, hak ve hukuk boyutundan arındırılıyor. Batıda özellikle IŞİD saldırılarından sonra
belirmeye yüz tutan banal oryantalizm ve yeni sağcılık kitleselleşir ve kök salarsa,
o zaman herkes bu düşüşleri normal karşılayacak, “Müslüman bir ülkede olsa olsa
bu kadar demokrasi olur!” diyecek. İşin
kötüsü, Müslümanlar da normal karşılayacak, “Bizde ancak bu kadar demokrasi
olur!” diye. Veya, daha da kötüsü, “Aman, IŞİD olmayalım da illiberal demokrasi
olalım, ona da razıyız!” noktasına gelecek insanlar. IŞİD gibi örgütlerin varlığı, bu anlamda,
İslam dünyasında IŞİD gibi olmasa da yine de baskıcı, hukuksuz rejimleri de
meşrulaştırıyor, hem kendi halklarının, hem de dış dünyanın gözünde. Otoriter, hak-hukuk tanımayan rejimler
"IŞİD gibi olmadıkları" için ehven-i şer muamelesi görüyorlar.
Peki,
Müslüman dünya bu sorunları nasıl aşabilir?
Müslüman dünya, dinsel değerlerle demokrasiyi, hakları, özgürlükleri teolojik
düzeyde ve pratik hayatta nasıl uzlaştırabilir?
Önemli bir mesele “sınır” meselesidir.
Siyasal İslam, ister iktidarda, ister muhalefette olsun; ister Selefilik
gibi nisbeten katı, ister İhvan gibi nisbeten yumuşak yorumlarıyla olsun, demokrasiyi,
insan haklarını ve özgürlüklerini,
özellikle de kadın haklarını günümüz dünyasının saygın uluslararası
kurumlarınca (örneğin, Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler) kabul edilen anlam
ve kapsamında benimsemekte zorlanıyor; siyasal tahayyülünü bu hak ve
özgürlüklerin çizdiği seküler sınırların içine sığdırmakta isteksiz davranıyor;
teolojik tasavvurunu bu hak ve özgürlükleri din açısından meşrulaştıracak
şekilde yeniden yorumlamakta sorunlar yaşıyor.
Tam tersine, birisi bir sınır çizdikçe, IŞİD gibi akımlar çıkıp o sınırı
berhava edecek, daha da ikna edici bir teolojik yorumu anında
getirebiliyorlar. Üstelik, IŞİD gibi
akımlar hem dini referanslarla dünyayı açıkladıkları, hem net bir ceza ve ödül
sistemi önerdikleri, hem de karmaşık olaylara son derece basit, kolay anlaşılır
dini yorumlar getirdikleri için özellikle Batı dünyasında kendisini fikren
sıkışmış, ahlaken dışlanmış, estetik olarak ötekileştirilmiş addeden Müslüman
gençler arasında çok daha fazla rağbet bulabiliyor.
No comments:
Post a Comment
Comments are welcome // Yorumlarınız için teşekkürler